Mahallenin ve Ailenin Ferdi: Osmanlı İmparatorluğu’nda Çocuk Olmak

Arzum Koçalı

Her devirde ailenin en mühim ferdi olan çocuk, bebeklik ile erginlik arasındaki gelişme döneminde bulunan bireydir. 1989 yılında BM Genel Kurulu’nda kabul edilen ve 1995 yılında Türkiye’de yürürlüğe giren Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre 18 yaşına ulaşmamış her birey çocuk kategorisinde kabul edilir. Dünya Sağlık Örgütü standartlarına göre ise 10 yaş öncesi çocukluk, 10-19 yaş arası ise ergenlik dönemidir. Küçük bir yetişkin olarak değil, bir birey olarak çocuk çalışmalarının ilk örnekleri ise 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başına dayanır.

Tarih sahneleri değiştikçe çocukluk anlayışları ve çocuğa bakış açıları da değişmiştir. Genel bir derlemede tarih öncesi dönem, ilk çağ, orta çağ, rönesans dönemi, modern çağ başlıkları altında çocuğu inceleyebiliriz. Türkiye safhasında ise çocukluk anlayışının iki dönemle incelendiğini göreceğizdir: Osmanlı Devleti’nde çocuk ve Cumhuriyet döneminde çocuk.[1]

Osmanlı Devleti’nde çocukların doğumundan ‘mahalle ebeleri’ sorumluydu, çocuk selametle ana karnından çıkarıldıktan sonra kurbanlar kesilir, sadakalar verilirdi; ailenin neşesi yerine gelirdi. Doğan çocuğun erkek olması da sevincin katlanmasını sağlardı. Çocuk sahibi olmanın da çiftlere kazandırdığı bir saygınlık statüsü mevcuttu. Doğumunun peşine çocuk güzelce yıkanır, vücudunun belirli yerleri tuzlandıktan sonra temizlenir ve kundaklanırdı. Tuzlama, anne karnında havayla teması olmayan bebeklerin doğumdan sonra zarar görmesini engellemeye ve vücutlarının direncini artırmaya yönelikti. Annenin lohusalığının ikinci veya üçüncü günlerinde komşu kadınlar onu ziyarete gelir, bebek ve ev için hediyelerde bulunurlardı. İsim verme merasimi de bu günlerde yapılırdı; bebeğe verilecek isim genellikle Kuran’ı Kerim’den seçilir ve bebeğin babası evladının kulağına üç kez ezan okuduktan sonra üç kez de kararlaştırılan ismi söyleyerek merasimi bitirirdi. Lohusalığın son günlerini genellikle beşik çıkma merasimi ile yemiş çıkma merasimi takip ederdi. Çocuğun doğumundan yedi yaşına kadar olan süreye gayrimümeyyiz dönemi adı verilirdi. Gayrimümeyyiz döneminde çocuk henüz iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı ayırt edebilecek konumda değildir, fiziksel ve zihinsel olgunluğa erişmemiştir. Yedi yaş sonrasından yetişkinliğe kadar olan dönem de çocuğun mümeyyiz dönemiydi. Bu dönemde sosyal zeka artıyor, zamanla kendi adlarına kararlar verebilecek döneme giriyorlardı.

Osmanlı’da bugün günümüzdeki gibi bireysel aile ortamının yaygın olmadığını söylemek mümkündür, aileyi fiziki bir ortama sokmak istediğimizde o dönemin ‘’mahalle’’leriyle karşılaşırız. Mahalleler kendi içlerinde kapalı ve mekân farklılaşmasının olmadığı yerler olarak kabul edilirdi. Öyle ki mahalleye yeni birinin yerleşmesi için mahalle sakinlerinden birinin ve imamın kefaleti şarttı, mahallelere bekârlar yerleşemezdi. Böylesine bir mahalle ortamının içine doğan çocuk da artık mahalleli tarafından kutsanırdı ve aralarında organik bir bağ gelişirdi; çocuk mahalleliyle birlikte büyürdü. Mahalle, çocuk ve orada yaşayanlar için bir içtimaî destek mekanizmasıydı. Okula başlama yaşı gelen çocuklar için mahalleli bir ‘âmin alayı’ düzenlerdi; bu alay mektebe başlayacak çocuğun kendisi için süslenmiş olan ata binmesiyle başlardı… Eğitim hayatının devamında da çocuk okula gittiği vakitlerde mahalleli tarafından aminlerle ve dualarla karşılanırdı, çocuğun başarısı herkesin sevinciydi. Eğitim için Müslüman ailelerin çocukları sıbyan mekteplerine, Musevi ailelerin çocukları hederlere[2] giderdi. Hıristiyan ailelerin çocuklarının eğitimleri de papazlara bırakılırdı.[3] Müslüman çocukların gittiği sıbyan mekteplerinde öncelikle okuma-yazma, Kuran ve tecvit, namaz sureleri, Arapça, dört işlem ve İslam’ın temelleri öğretilirdi.[4] Kızlar ve erkekler aynı sınıflarda ders görürdü.

Okul dönemlerinde öğretmenlerin, ailelerin çocuklarına nasıl davranması gerektiği zamanın dergilerinde sıkça yer almıştır. 1913 yılında yayına başlayan Kadınlar Dünyası Dergisi’nde ‘’Muallimler öğrencilere bir hemşire gibi yaklaşmalıdır, bir çocuğun hürmetini ve muhabbetini kazanmak için ondan uzaklaşmamalı bilakis ona yaklaşmalıdır.’’[5]  Cümlesine rastlarız. Mehmed Said ve Nazım da ebeveynler için, çocuklar yanlış hareketlerde bulunduğunda anne babanın bu yanlışlıkları tatlı dille düzeltmesi gerektiğini öğütlemiştir.  Çocuklara sosyal yaşamda nasıl davranmaları gerektiğini öğütlemek adına da eserler yazılmıştır. 1830’larda çocuklara yönelik ilk denemelerden biri sayılan İbrahim Edhem Paşa’nın yazdığı ‘Terbiye ve Talim-i Âdâb ve Nesâyihü’l-Etfal’ de bunlardan biridir. Yine de o dönemlerde çocuklara verilen cezaların yokluğundan da söz edemediğimiz gibi, Çocuklara Rehber adlı dergiye mektup gönderen bir çocuk da bu cezalardan oldukça sıkılmışa benzemektedir:

‘’-Validem: Râci, esvabını kirletme. Zira pederine söylerim. Cezalanırsın.

-Mubassır: Râci, arkadaşlarını rahatsız etme. Muallim efendiye haber veririm. Cezalanırsın.

-Muallim: Bugün yine dersini bilemedin, yahut dersine dikkat etmiyorsun, vazife defterini kirletmişsin.

Hizmetçisi, mubassırı cezadan bahseder. Pederimden, validemden, müdür efendiden, muallim efendilerden her akşam, her gün ceza, her saat ceza. Artık bunun her türlüsünü çektim, hepsini öğrendim. Canım bu benim çektiklerim nedir? Mektepte ceza, evde tektir. Ne yapsam kendimi beğendiremeyeceğim…’’[6]

Kız öğrencilerden kimi de kız çocuklarına takınılan olumsuz tavırlardan şikayetçidir, öyle ki bu öğrencilerden biri de Çocuk Bahçesi (1905) adlı dergide ‘’Ben Erkek Olmak İsterim’’ başlıklı bir yazı dahi yazmıştır:

‘’Herkesin birçok isteği olur. Kimi sınıfında birinci olmak ister, kimi ipekli fistan, kimi altın bilezik… El hasıl herkes malik olduğu şeye kani olmaz. Sebepli sebepsiz daha  birçok şeyler ister. Ben öyle çok şey istemem. Yalnız, bilmem haklı görecek misiniz, ben erkek olmak isterim…

Evet, ben erkek olmak isterim çünkü kızlar çok uslu olmalıdırlar. Uslu, nazik, durgun, oyunda bile pek bağırmaya fazla gelmez. Yaşımız büyüdükçe sesimiz küçülmeli. Bir erkek çocuk ise böyle olmaya mecbur değildir. Ah, ne olurdu ben de bir erkek çocuk olsaydım!’’[7]

Kimi katı kurallara ve davranış kalıplarına rağmen, uzun bir süre Osmanlı’yı gözlemleme fırsatı bulan Abdolonyme Ubicini sosyal yaşamda çocuğa nasıl davranıldığıyla alakalı şunları yazmıştır:

“…Çocuklarını bundan daha fazla sevgi, özen ve şefkat içinde yaşatan bir memleket bilmiyorum. İşin garibi, bütün bu şefkatle ihtimamın annelerden çok babalarda derinleşmiş olmasıdır. Cuma günleri veya bir bayram günü Osmanlı Türkü’nün, çocuğunun elinden tutup sokakta gezdirmesi, adımlarını çocuğun adımlarına göre ayarlaması, çocuğun yorulduğunu görünce omzuna alması veya bir aralık dinlendiği kahve peykesinde yanına oturtup en derin şefkatle konuşarak çocuğun bütün hareketlerini dikkatle takip etmesi görülecek şeydir.”[8]

Çocukların ailelerine, ailelerin de çocuklarına karşı sorumlulukları vardı. Anne ve baba çocuklarının terbiyesinden sorumluydu ancak burada annenin rolü daha fazlaydı. Çocuğu hayata hazırlayacağı için aile içinde de eğitim verilmesi gerekliydi. Anne baba çocuğunun sağlıklı büyümesinden de sorumluydu ve ona her zaman iyi örnek olmalıydı. Çocuklarının eğitiminde anne babaların kıssalardan faydalanması gerektiği de öğütlenmiştir. Evlatlar da anne babalarına karşı fedakâr olmalıydı. Anne babaya olan itaat hem dini hem de insani bir sorumluluk hükmü görürdü. Çocuk evlenip evden ayrıldığında bile sık sık ebeveynlerini ziyaret edip onların hayır duasını almalıydı. Kardeşlerin kardeşlere sorumlulukları da vardı, büyük kardeş küçük kardeşe her zaman iyi bir örnek olmalıydı ve ona şefkatle yaklaşmalıydı. [9]

17. yüzyılın başlarından itibaren, çocuklar kendilerine özgü giysilere, oyunlara, öykülere, müziğe ve resimlere sahip olmaya başladılar… Bu başlıklar Osmanlı İmparatorluğu döneminde de kendine yer bulmayı başardı. Dönemin çocuklarının oynadığı oyunlar arasında mangala, topaç çevirmek, saklambaç gibi oyunlar yer alıyordu ancak oyun bunlarla sınırlı değildi. Şeker yemek, sünnet düğünlerine gitmek, gölge oyunu ve meddah gösterilerine gitmek de çocuklar için bir eğlence kaynağıydı. Rekabet içeren oyunlar da genellikle ebeveynler gözetiminde oynanırdı. Çocuk parkları gibi alanlar olmadığından ötürü çocukların oyun alanları cami avluları, mahalle araları gibi yerlerle sınırlıydı. Kimi zamanlarda da şenlikler düzenlenirdi. Şenliklerde çocukların oynayabileceği asma salıncaklar ve ‘çekçek arabası’ adı verilen, çocukların şenlik alanı etrafında dolaşmalarını sağlayan aletler bulunurdu. İstanbul’un Eyüp semti de o zamanlar oyuncakçılarıyla meşhurdu. Çoğunlukla bez bebekler, çocuklar için testiler, düdükler, küçük davullar, hacıyatmaz gibi oyun aletleri satılırdı.[10]

Çocuklar yalnızca kendi aralarında da eğlenmiyorlardı. Onlar için müzikler, resimler de yapılmaya başlanmıştı. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde Muallim Kâzım Bey tarafından çocuklar için bestelenen Sabah Sesleri adlı eser, türünün çok sevilen bir örneğidir:

Namaz vakti sabah erken                                 Ta uzakta bir vapur, ‘’Düüüüt!’’   

Ben yataktan kalkar iken                                 Diye öter acı acı

Kulağıma sesler gelir                                      Ya hele şu arabacı

Önce sütçü bir seslenir:                                  Kırbacını şaklatıp ‘’Kırrr!’’

‘’Sütçü geldi efendim, süüüüt!’’                     Geçer gider tıkır tıkır.

Ev önünde irkilip hep                                     Fakat saat diyor: ‘’Tik tak,

Biri satar sütlü salep                                     Mektep vakti geçiyor kalk!’’

Gazeteci geliyor bak

Bir düziye bağırarak:

‘’Tanin, Tasvir, Sabah, İkdam!’’

‘’Gazeteci yok mu, Peyam?’’

19. yüzyılın ortalarında çocuklar için dergiler de çıkarılmaya başlanmıştır. Bunlardan Küçük Osmanlı, Türk Yavrusu, Küçükler Gazetesi, Mini Mini, Hür Çocuk gibi dergiler kısa soluklu olsalar da Bahçe, Çocuk Dünyası, Çocuk Duygusu, Talebe Defteri isimli dergiler çok daha uzun süreli yayın yapabilmişlerdir. Özellikle ‘Çocuklara Talim Dergisi’ (1887) dil öğretimine bir yenilik katarak ikili yöntemi kullanmıştır. Dergi, kısa yayın hayatına rağmen, çocukların kelime dağarcıklarının gelişmesine büyük katkıda bulunmuştur. En uzun ömürlü dergi ise 626 sayı ile Çocuklara Mahsus Gazete adlı dergidir.[11]

Ancak aileler arasında şanssız olanlar da vardı, çocuklarını kaybeden aileler. Özellikle hastalıklar sebebiyle ölen çocuk sayısı çok fazlaydı ve ölüm sosyal-ekonomik farklılık dinlemeden çocukların yaşamına kıymaktaydı. O zamanların şehzade ölümlerini İlyas Ağa (1830) ‘’şehzadelerin cennete gidişi’’ başlığıyla kaydetmiştir. 17. yüzyılda sayısı artan mersiyelerin bir kısmı da çocuklarının ölümünden sonra babaları ve anneleri tarafından yazılan mersiyelerdi. Çocukların da tamamı aileyle, dergilerle, oyuncaklarla, güzel bir eğitimle büyüyemiyordu, onlar arasında şanssız olanlar da vardı. Babanın yokluğunda anneler başta olmak üzere vasiyet (dindarlık, dürüstlük gibi kriterler göz önünde tutularak) yakın akrabalara verilmekteydi. Kadınlar da boşanma, eşlerini kaybetme gibi durumlarda erkek çocuklarını yedi yaşına kadar, kız çocuklarını ise dokuz yaşına kadar yanlarında tutabiliyorlardı. Buna ‘’hıdâne’’ hakkı denirdi.[12] Bakacak kimseleri olmayan çocuklar için 1800’lü yılların ortalarında Darüşşafaka, Darülhayrı Âli gibi kurumlar kuruldu. Darüşşafaka, İstanbul’da öksüz, kimsesiz ve fakir çocuklara parasız eğitim vererek onlara kucak açmıştır. Eğitimcileri tamamen gönüllü insanlardan oluşur. 1896 yılında da Müslüman kimsesiz çocuklarının bakımı için Dar’ülaceze kurulmuştur. Aslen göreve Nisan 1903 yılında başlamıştır ve 1907’de terk edilmiş çocukların sayısı 75 olarak kayıtlara geçmiştir.[13]

Çocuk, tarihin her devrinde ailenin en mühim ferdiydi; bugün de yarın da. Osmanlı İmparatorluğu döneminde çocuk olmak demek de kimi zaman tarlaya, kimi zaman okula gitmektir. Ramazan ve Kurban Bayramlarına özel oyunlar oynayıp, çocuk orucu tutmaktır. Okumayı söktüğünüz gün mahallelinin sizi alkışlarla ve hediyelerle karşılaması demektir; daha da öncesinde yürümeyi öğrendiğiniz, konuşmayı öğrendiğiniz gün ikinci bir aileniz olan mahalleliden hediyeler ve övgüler almanız demektir. Ancak bir yanlış yaptığınızda da tüm mahalleli tarafından kınanmak demektir. Mahallenin kimi zaman övgüsünü alıp, kimi zaman da baskısını hissetmek demektir. Babanız tarlada çalışırken annenizle vakit geçirmeniz demektir. Osmanlı’da çocuk olmak falakaya maruz kalmak demek değildir, yanlışlarınızın aileniz, kardeşleriniz, mahalleliniz tarafından düzeltilmesi demektir. Sevgiyle, bütünlükle, doğumda başlayan kutlamalarla büyümek demektir.

[14]



[1] ERKUT, Z. & BALCI, S. & YILDIZ, S. Çocuk ve Medeniyet, 2017, s. 18-19

[2] Sinagogların yanında yer alan küçük okullara verilen ad.

[3] NASUHBEYOĞLU, T., Osmanlı’da Aileye ve Kılıf Kıyafete Genel Bir Bakış, 2009, s. 4-11

[4] SÖNMEZ, S., International Journal of Humanities and Social Science, 2013, s. 166-167

[5] UÇAN, L., Osmanlı’da Çocuk ve Gençlik, 2009, s. 6

[6] ÖZTÜRK, C. & FINDIKÇI, İ., Prof. Dr. Yahya Akyüz’e Armağan, s. 1168

[7] ÖZTÜRK, C. & FINDIKÇI, İ., Prof. Dr. Yahya Akyüz’e Armağan, s. 1169

[8] ÖZSERVET, Y., Osmanlı Şehrinde Çocuk Olmak

[9] KAYA, U., C.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012, s. 491-508

[10] APAYDIN, A., Yedikıta Dergisi, 2018 Kasım, s. 25-26

[11] ULUDAĞ, G. & ALTUNBAY, M., Çocuk Üzerine Araştırmalar, 2018, s. 260-261

[12] YILMAZ, C., Antik Çağdan 21. Yüzyıla Büyük İstanbul Tarihi, 2015, s. 478-484

[13] MAKSUDYAN, N., Hearing The Voiceless-Seeing The Invisible: Orphans and Destitute Children as Actors of Social, Economic and Political History in the Late Ottoman Empire, 2008, s. 62-65

[14] Türk Yavrusu adlı derginin ilk sayısının kapağı ve Çocuklara Mahsus Gazete dergisinin bir sayısı.

Arzum Koçalı