Yanlışlar Karanlığın İçinde!

Asırlık bir devlet olma yolunda takvim yapraklarını gün gün düşürmeye devam ediyoruz, yine bir 29 Ekim’i daha geride bırakacağız. 97 yıl önce ülkemiz Kurtuluş Savaşında, Polatlı önlerine kadar gelen düşmanı İzmir’de denize dökmeyi bilmiş tarihte az rastlanır bir kara savaşları örneği göstermiştir. Bu başarıya rağmen Gazi Mustafa Kemal Atatürk kara kuvvetlerinin yanında iyi bir deniz kuvvetleri olmaması gibi bir eksiği görmüş ve bu eksiğin tamamlanması için süratle çalışmalar yapılmasını istemiştir. Aslına bakacak olursak eğer bu çalışmaların arkasında, iyi bir donanması olmadığı için Çanakkale’de yaşanılan zorluklar Trablusgarp’ta ve kaybedilen toprakların acı hatırası vardır. Bunun için olacak ki 1 Kasım 1937 TBMM II.Dönem, II.Toplantı Açılış Yılı konuşmasında : “…..Arkadaşlar! En güzel coğrafi vaziyette ve üç tarafı denizle çevrili olan Türkiye; endüstrisi, ticareti ve sporu ile, en ileri denizci millet yetiştirmek kabiliyetindedir. Bu kabiliyetten istifadeyi bilmeliyiz; denizciliği, Türkün büyük ülküsü olarak düşünmeli ve onu az zamanda başarmalıyız…..”[1] cümlesini kurmuş ve bu konuda kararlılığını ortaya koymuştur.

Atatürk’ün Türk denizciliğinin ilerlemesi adına yaptığı bu konuşmaya bakılarak daha önceleri denizcilik ile ilgili ne denli girişimler oldu sorusu akıllara gelebilir ve şimdi bu haklı sorunun cevaplarını vermeye çalışalım.

Tarihte bilinen ilk Türk denizci beyi Çaka Bey’dir. Çaka Bey mevcut siyasi ortamdan faydalanarak kısa süre içinde Bizans aleyhine topraklarını genişletmeye başlamıştır. İlk olarak Bizans’ta ki bunalım faydalanıp İzmir’i zapt etmiş ve hemen arkasından gemi inşa edebilen bir İzmirli bir Rumla kısa sürede bolca çektiriye(kürekli gemilere verilen genel isim) ve 40 parça avcı gemisine sahip oldu. Bu gemilere savaşmayı bilen tayfalar ve fetihlerine başladı.[2] Kısa süre içinde Bizans’a rakip olup İstanbul’u Peçenekler ile birlikte ele geçirme planları yapar hale geldi ama Bizans’ın kışkırtmasıyla damadı olan Sultan I. Kılıç Arslan tarafından öldürüldü. Bu ölüm sadece Çaka Bey’in değil, yeni doğmakta olan Türk denizciliğinin de ölümü oldu.

Şüphesiz Çaka Bey’den sonra bu alanda söylenebilecek bir diğer isim Barbaros Hayreddin Paşa’dır. Barbaros Hayreddin gibi bir deniz serdarının, Osmanlının en parlak dönemi olan Kanuni Sultan Süleyman dönemine denk gelmesi büyük bir şans olmuştur. Kanuni’nin özellikle Akdeniz’i bir Türk gölü haline getirmek istemesi ve buna yönelik bir siyaset uygulaması, Barbaros Hayreddin Paşanın Kaptan-ı Derya olarak Osmanlı hizmetine girmesi bir dönemin seyrini değiştirecektir. Burada üzücü olan bir nokta varsa o da diğer devletler bu dönemde denizcilikte gelişip Coğrafi Keşifler sonucu gelişip kendilerine yeni kaynaklar elde ederken Osmanlı burada adeta olan biteni izleme yoluna gitmiş sadece bilinen coğrafyada fetih siyaseti gütmüştür. Bunun en temel sebeplerinden biri Osmanlının ya da Türklerin denizci bir devlet anlayışı gütmemesi ve karacı bir devlet adamı yapısına sahip olmasıdır. Bunun en büyük örneği Malta kuşatması sırasında ordunun başında serdar olan, İsfendiyaroğlu Sultanzade Kara Mustafa Paşa denizcilik için şu sözleri söylüyordu: Kale fethi deniz hırsızlığına benzemez![3]

Bunun yanı sıra Barbaros, Turgut Reis gibi önemli Türk denizcileri saray yöneticileri tarafından adeta korsan olarak bilinip fikirleri bile dikkate alınmıyordu. Osmanlı Barbaros gibi bir komutanın fikirlerini kavrayamayıp karacı devlet adamı politikasına devam etti ve donanmanın başına bir karacı komutan atadı. Yeniçeri ağalığından gelme bir paşayı donanmanın başına koyarak İnebahtı Deniz Savaşında adeta yenilgiye sebebiyet verildi. Dönemin ve Osmanlının en güçlü veziriazamı olan Sokullu Mehmet Paşa bu yenilgiden ders aldı ve İnebahtı’da ki yararlılıkları üzerine Kılıç Ali Paşayı donanmanın başına getirdi ve Osmanlının gücünü anlatan şu sözünü söyledi: “Paşa! Paşa! Bu devletin kuvvet ve kudreti o derecedir ki, bütün donanma lengerleri (gemi demiri) gümüşten, resenleri (halatları) ibrişimden, yelkenleri atlastan yapılmak ferman olunsa layıktır. Hangi geminin malzemesi yetişmezse gel benden al.”  Çok kısa bir sürede yenilenmiş bir donanmayı denizlere indirse de, donanma çağın gereksinimlerine uyabilecek bir donanma değildi.[4]

Osmanlının İnebahtı sonrası durumu iyi analiz edememesi ve donanmaya yeterince önem vermemesi sırasıyla: 1770 yılında yaşanılan Çeşme Baskını sonrası Kırım ve Boğazların kontrolü; 1827 yılında yaşanan Navarin Baskını sonrası Yunanistan; 1853 yılındaki Sinop Baskını sonrası Batılı devletlerin tam sömürgesine dönüşerek, büyük ekonomik çıkarlarımızı; II. Abdülhamit’in donanmaya düşmanlığı nedeniyle Kıbrıs, Balkanlar, Ege adaları, Oniki Adalar, Girit ve Libya kaybedilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun, İnebahtı sonrası denizlerde gerilemesi imparatorluğun duraksamasına; denizlerde egemenliği kaybetmesi de toprak kayıpları ile imparatorluğun çöküşüne neden olmuştur.

Bu kötü gidişata dur demek isteyen Sultan Abdülaziz donanmayı dönem şartlarına uygun hale getirmek için emirleri vermişti fakat saraya dönünce çok ilginç ve trajikomik bir olay yaşandı. Sultana biri; Kaptan Paşa Sultanı aldatıyor, hiç demir suda yüzer mi? deyince padişah sinirlenip donanmadan sorumlu paşayı huzuruna çağırıp durumu açıklamasını istemiştir. Paşa, padişahı hamam tasını kurnada yüzdürerek ikna etmiş ve bir donanma böyle kurulmuştur.[5]

Türklerin denizcilikte bu denli geç hareket etmeleri merak konusu olmuş ve bu durum hakkında incelemeler yapılmıştır ancak bir tespit var ki her şeyi muazzam bir şekilde açıklıyor. 17. Yüzyılda yaşayan İngiliz devlet adamı Ricaut : “Türkler ihmallerini örtmek ve bu konuda karşılaştıkları başarısızlıkları üzerlerinden atmak için, Tanrı’nın denizleri Hristiyanlara, karaları da Müslümanlara verdiğini söyler. Hristiyanların ortak çıkarları için onların bu derin uykudan hiçbir zaman uyanmamalarını dileriz çünkü Türkler, günün birinde denizde güçlü olmayı akıllarına koyarlarsa ve gerektiği gibi çalışırlarsa, bütün cihanın önlerinde eğileceğinden kimsenin kuşkusu olmasın.”[6]

Yukarıda görmüş olduğunuz bu muazzam tespitte ki uykudan Türkiye Cumhuriyeti döneminde uyanmaya başladığımızın sinyallerini verdik. 1924 yılında Atatürk : “Hudutlarının mühim ve büyük kısımları deniz olan Türk devletinin donanması da mühim ve büyük olması gerekir. O zaman Türk Cumhuriyeti daha gönlü rahat ve emin olacaktır.” sözüyle donanmanın önemine dikkat çelmiştir.

Bu iyi donanmayı yaratabilmek için güçlü yatırım araçları ve sanayiye ihtiyaç vardır. Bunun için yine 1924 yılında Atatürk: “Dış pazardan satın alınan gemiler ile donanma yapılmadığını siz de biliyorsunuz. Donanma, sadece kıyıyı koruyacak bir kuvvet değil, bundan daha önemli olarak deniz yollarının güvenliğini sağlayacak bir kuvvettir. Evvela çekirdek bir donanma tedarik etmekle yetinip, deniz sanayi ve ticaretimizi geliştirmeliyiz. Bundan sonra memleket sanayinde fışkıracak donanmayı yapmak da kolay olacaktır.”[7] diyerek donamanın milli imkânlarla yapılması gerektiğini savunmuştur.

Atatürk’ün bu anlayışı ışığında Oramiral Özden Örnek öncülüğünde Milli Gemi projesi (MİLGEM) başlatıldı. Bu proje takviminde 2005 yılında yapımına başlanan TCG Heybeliada 27 Eylül 2008 tarihinde suya indirildi. Bu Türkiye için adeta ulaşılması istenmeyen önüne engeller çekilen hedeflerine gideceğinin ilk ispatıydı. Türk donanması kendi imkânları ile kendi savaş gemisini yapmış ve emperyalizmin istemediği sahalara giriş yapmıştı. Sizlerde tahmin edersiniz ki emperyalizm bunu bu kadar kolay kabul etmeyecekti. Türkiye Cumhuriyetinin muasır medeniyetler seviyesine ulaşmasında bu kadar etkili olan bir kurum olan deniz kuvvetleri, ülkesi içinde bulunan hain işbirlikçiler tarafından kumpas davaları ile sindirilmeye çalışıldı. Donanmanın önemli isimleri içi boş delillerle tutuklanıp cezaevine gönderiliyordu. MİLGEM projesinin mimarı Özden Örnek, donanmanın Kutup Yıldızı Cem Aziz Çakmak, Mavi Vatan kavramının mimarı Cem Gürdeniz gibi isimler hukuktan uzak, ısmarlama kararlarla cezaevlerinde yattılar, birileri adeta donanma ağırlıklı olan bu cezalarla Türk Silahlı Kuvvetlerinden intikam alıyordu. İlerleyen zamanda bu hukuk katliamına sebep olan insanlar FETÖ soruşturmaları gereği arananlar listesine ilk sıralardan girerken içeride olan askerler yeniden yargılanarak tahliye oldular. Kendilerine bu haksızlığı yapan kişiler ve çürümüş sistemleri 15 Temmuz 2016 gecesi ifşa oldular.

Bugün geldiğimiz noktada deniz kuvvetleri bizim için önemi asla tartışılmaz bir konumdadır. Üç tarafı denizlerle çevrili Anadolu Yarımadası doğal olarak donanma olmadan savunulamazken, devamı olarak kıta sahanlığımız ve münhasır ekonomik bölgelerimiz içinde yer alan yeni enerji kaynakları, bu gelişmeler yetmezmiş gibi Yunanistan’ın gerginlik ve uluslararası hukuk kurallarına ihlal eden hareketleri donanmayı vazgeçilmez hale getirmiştir. Donanma ise zaten bu görevi Mavi Vatan felsefesine uygun bir şekilde yerine getirmeye devam etmektedir.

Bundan 3 yıl önce Bandırma On Yedi Eylül Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Topluluğu’nun ev sahipliği yaptığı çalıştayda konuşmacı olan Deniz Mehmet Irak’ın söylediği şu söz aklımdan hiç çıkmamıştı: “Bir ülkenin deniz kuvvetleri ülkesinin hep bir adım önünde olmak zorundadır.” Bugün ise donanma bu ilke ışığında iradeli bir şeklide yüzüncü yıla adım adım ilerlemektedir.  Yanlışlar karanlığının aydınlatan tek doğru kutup yıldızı gibi…


[1] https://www.dzkk.tsk.tr/icerik.php?icerik_id=434&dil=1 Erişim Tarihi: 25.10.2020

[2] A. Sefa Özkaya, Hunlardan Günümüze Türk Askeri Kültürü, İstanbul, 2009, s.316-317

[3] Üçüncü Yol, Türkiye Denizcileşmelidir, Ankara, 2017, s.31

[4] Türklerin Altın Kitabı, Refik Özdek, Cilt III, s. 561

[5] Üçüncü Yol, Türkiye Denizcileşmelidir, Ankara, 2017, s.32

[6] 8 Ricaut de la Marliniére, Türklerin Siyasi Düsturları, Tercüman 1001 Temel Eser, M. Reşat, İstanbul, 1976, S. 331

[7] Özden Örnek, MİLGEM’in Öyküsü, İstanbul, 2006, s:15