YARGI YETİSİ VE DÜŞÜNME BECERİSİ

Enes Burhan

Hukukta pozitif yasalar, yani yürürlükteki kanunlar ne kadar önemlidir? Amaç yürürlükteki kanunların uygulanması mıdır? “Kural kuraldır” sözünü düstur edinen hukuksal pozitivistlere göre evet. Hukuksal pozitivistlere göre mühim olan kurala uyulup uyulmadığıdır ve uyulmazsa müdahale edilmelidir. Tabii hukukçular ise bunun karşısında konumlanırlar. Tabii hukuk teorisi adalet kavramını hukukun temeli olarak görür[1] ve onlar “içeriği doğal olarak var olan, doğal olarak ayarlanmış, her zaman ve mekânda geçerli bir doğal hukuk” un varlığını savunurlar. Doğal hukukçulara göre doğal hukuk yazılı değildir ve onu evrensel kılan herkesin kendi aklıyla bulabilecek olmasıdır. Pozitivist teoriye göre; adalet kavramı, fizik ötesi bir değer olarak, tanımlanamaz ve bilinemez nitelikte bir kavramdır. Bu niteliğiyle adalet kavramının incelenmesi hukuk biliminin dışında kalır.[2]

Hukuksal pozitivistler ve doğal hukukçular arasındaki bu teorik tartışmalar sürüp giderken insanlık 20. yüzyılın ortalarına doğru büyük bir felaketle karşılaştı. Bu felaket sonucunda “kural kuraldır”ın en sıkı savunucularının bile durup düşünmesi gereken bir durum ortaya çıktı ve ardından yazımıza konu olan yargı yetisi ve düşünme becerisi kavramları ortaya çıktı. 1. Dünya Savaşı’nı kaybeden ve sonrasında Versay Antlaşması ile ağır şartlara mahkûm olan Almanya’da gelişen aşırı milliyetçi eğilimli gruplar Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi etrafında toplandı ve bu parti 1933’te seçimle iktidara geldi. Daha 24 Şubat 1920’de açıklanan parti programında bile faşist eğilimi, radikal Yahudi karşıtlığı ortada olan ve bunu dillendirmekten çekinmeyen Nazilerin iktidar yürüyüşü ve sonrasında iktidara gelişi; birçok Alman bilim insanı ve aydınının ülkeden kaçmasına sebep oldu.

  [3]

Yaklaşan tehlikeyi gören Alman ve özellikle Yahudi aydınlar, Türkiye de dâhil birçok ülkeye iltica ettiler ama çoğunluk ABD’yi tercih etti. Peki ya gitmeyenler? Savaş bitip 3.Reich yıkıldıktan sonra geride kalan, malum insanlık suçları işlenirken ilgili kararları veren yargıçların, uygulayıcıların, bürokratların ve diğer Nazi destekçilerinin durumu ne olacaktı? Bu yazıda özellikle istibdat devirlerinde karar veren yargıçlar ve onların kararlarını uygulayanların duygu dünyalarını anlamaya çalışacağız. Bu noktada Nazi örnekleri ve bilhassa Eichmann davası bizim için güzel bir örnek teşkil etmektedir. Adolf Eichmann Nazilerin Yahudi politikasında etkin rol oynamış, özellikle ölüm merkezlerine sürgünlerin sevk ve idaresini gerçekleştirmiş bir Nazi bürokratıydı. Savaş sonrası kaçtığı Arjantin’de MOSSAD ajanlarınca yakalanıp İsrail’e getirildi ve burada yargılanmasının ardından idam edildi. Eichmann davasına ilgi duyan ve takip eden Hannah Arendt, Adolf Eichmann’ı şöyle tarif ediyordu: “Fazlasıyla normal, ortalama, hatta basmakalıptı; sıradan bir devlet memuruydu. Dünyanın en sıra dışı cinayetlerinden sorumlu bu adam, bunları olabilecek en sıradan güdülerle; iyi bir vatandaş olma isteği, terfi etme gayreti, görev duygusu ve nezih toplum inancıyla işlemişti. Eichmann da kötülük bir ihlal, bir yasa tanımazlık ya da bir kural dışılık değil; tersine daha baştan yasaya boyun eğmekti. Herkesi şaşırtan da buydu: şeytani bir zekâyla falan değil, inanılmaz bir bayağılıkla konuşuyordu Eichmann. İdam edilmeden önceki son sözleri bile yasaya uymanın verdiği kıvancı yansıtan klişelerle doluydu.”[4] Arendt’e göre Eichmann’ın en dikkat çekici yanı ise “kötülük timsali bir şeytan veya canavar olması değil; sıradanlığı, düşünme ve yargılama becerisinden yoksunluğudur.” Milyonlarca insanın ölümünde parmağı olan birisinin bir çizgi film karakteriymişçesine kötücül, cani, vahşi olması beklenir. Fakat biraz yakından incelediğinizde karşılaştığınız sıradanlık ise aslında tahminlerdeki kötü adam imajından çok daha korkunçtur. Hiçbir iyi tarafı olmayan bir anti-süper kahramandan eğer şanslıysanız bir elin parmağı kadar bulabilirsiniz ama savunması sırasında sıradan ifadeler kullanan, üstlerinin emirlerine itaat eden sadık bir yurttaş olduğunu vurgulayan ve daima iyi bir aile babası olduğunu vurgulayan kimselerle her gün, hayatın her alanında karşılaşmanızdan doğal bir durum olamaz. Bu herkes gibi adamın kötü biri olduğunu ise nasıl çıkarabiliriz? Yaptıkları ülkesinin o anki pozitif hukuk sistemine uygun hareketlerdir, tamamına yakını hiyerarşik bir yapı içerisinde kendisine verilen emiri uygulamadan ibarettir. Üstelik seçimle işbaşına gelmiş ve halkın büyük çoğunluğunun tutkuyla desteklediği bir hükümet tarafından çıkarılan yasaları o hükümet için uygulamıştır. Ülkesini seven, sıradan, herkes gibi biri olarak o da “devleti için”, “devletinin ve hükümetinin” verdiği emirler neyse onu yapıp, milyonlarca Yahudi’yi ölüme yollayıp sonra belki de akşam eve giderken çocuğu için marketten gofret bile almış olabilir. Üstelik yalnızca Hitler ve yakın çevresinin dayatmasıyla değil, toplumun ileri gelenlerinin destek ve onayıyla yürürlüğe konmamış mıydı azınlıkların sindirme ve imha planları? Bürokratlar, siyasi elitler, akademisyenler ve din adamları da dâhil olmak üzere “saygıdeğer üst tabaka”nın coşkuyla arka çıktığı bu buyruk ve yasalara sıradan bir vatandaşın, işinde gücünde bir devlet memurunun karşı çıkması beklenebilir miydi?[5] O halde bu kişinin yaptığının yanlış olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Elbette toplu bir delirmişlik hali var ve bu cenderenin ortasındayız; yasalar da buna uygun değiştirilmiş diye çaresiz değiliz, bir yol var ve üstelik bunu yine sıradan, münferit bir vatandaş olarak bulabiliriz. Bu yolu bulabilmek hiçbir yetki, makam, mevkinin de tekelinde değil. Peki, o yol nedir? Az önce Eichmann üzerinden incelediğimiz ve Kötülüğün sıradanlığı diye isimlendirilen bu durumun neden oluştuğu konusunda Arendt “haklıyı haksızdan ayırma becerisi” olarak tanımladığı yargı yetisi kavramını dile getirir. Eichmann’da da görüldüğü üzere aklını, vicdanını ve yargı yetisini dogmatik ideolojilere teslim eden son derece sıradan insanlar, akıl almaz bir zorbalığın ve örgütlü bir kötülüğün aracı veya tetikçisi haline gelebilirler.[6] Toplumların özellikle olağanüstü dönemlerden geçtiği zamanlarda oluşan kirli hava akımına karşı durabilmek için yargı yetisi denilen özelliğe sahip olmak şarttır. Tüm kamuoyu, hükümet, medya ve hatta muhalefet partileri dahi tek bir ağızdan konuşuyorsa ve bu bir felaketle sonuçlanması muhtemel bir süreci andırıyorsa bile doğru bulunabilir. İşte az evvel bahsettiğimiz yol bu çok basit tarifte saklıdır. Tarifi çok basit ama pratikte uygulaması gerçekten zor olan bu yargı yetisini biraz daha açarsak: “Tikel durum ve olayları, onları önceden ezberlenmiş herhangi bir evrensel ilkenin veya dışardan dayatılan herhangi bir buyruğun altına yerleştirmeden, kendi özgüllükleri bağlamında etik bir sorgulama süzgecinden geçirerek haklıyı haksızdan ayırma becerisidir. Bilhassa olup biteni doğru bir şekilde yargılayabilmenin hayat memat meselesi haline geldiği tarihsel kriz anlarında, hemen herkesin keyfi yasa ve buyruklara veya kamuoyu baskısına kapılıp gittiği “istisnai durumlarda” bu becerinin hayata geçirilebilmesi, bir durup düşünmeyi, mevcut koşullara eleştirel bir mesafeden bakabilmeyi ve konformizme direnmeyi gerektirir. ”[7] Peki bu hayati öneme haiz yargı yetisi ne ile ilişkili olabilir? İyi insan olmakla mı? Bu çok sübjektif bir kavram ve daha neyin iyi neyin kötü olduğunu anlayamayan birisi için pek uygun olmaz. Belki yargı yetisine sahip, durumun farkında olan ve buna rağmen tarafını seçenler için iyi-kötü sıfatları daha uygun denebilir. O halde ne olabilir? Arendt düşünme becerisi ile yargı yetisi arasında bir bağlantı kurar. “İlgimi çeken bu köklü düşünme eksikliğiydi. (…) Yargılama yeteneğimiz, haklıyı haksızdan (…) ayırabilmek acaba düşünme yetimize mi bağlıydı? Düşünememe ile genellikle vicdan dediğimiz şeyin çöküşü birbiriyle örtüşüyor muydu?” [8] “Düşünme becerisi, bizi toplumsal önyargılarda boğulmaktan kurtarması veya yukarıdan dayatılan buyruklara harfiyen uymaktan alıkoyması nedeniyle, özellikle adalet duygusunun derinden yara aldığı tarihsel kriz anlarında, bağımsız bir şekilde yargıya varmamızı mümkün kılan son derece hayati bir yetidir.”[9] Peki düşünme becerisini ele alacak olursak, bu beceriyi geliştirmemiz mümkün müdür? Herkeste olan bir özellik midir yoksa sonradan edinilen bir kazanım mıdır? Arendt’e göre “ düşünme yetisi, ölümlü bir varlık olan insana özgü anlam arayışının ister istemez beraberinde getirdiği bir yönelim, hatta bir ihtiyaç olması nedeniyle her insanda mevcut olan bir evrensel yetenektir.[10] Aynı sebeple düşünememek de zekâ veya beyin gücü yoksunu olanlara özgü bir problem değil, bilim insanları, entelektüeller ve filozoflar da dâhil olmak üzere herkeste ortaya çıkabilecek bir zihinsel arıza veya beceriksizliktir.”[11] Bana göre de düşünme becerisi; zekâ ile sanıldığı kadar ilişkili olmayan, sosyal statü ve sınıflarla alakasız, kişinin zihninde ve duygu dünyasındaki duvarları, tabuları yıkmasıyla ve sorgulamayla gelişen, aksi halde ise körelebilen bir yetenektir. Herkeste doğuştan mevcuttur. Soru sordukça ve bir bakıma bu soruların niteliği ne kadar yıkıcı, rahatsız ediciyse o müddette gelişir. Tıpkı Sokrates’in “at sineği” ve “elektrik balığı” metaforlarında olduğu gibi. Bu tarz bir sorgulama; tıpkı bir at sineği gibi rahatsız eder, inanmanın verdiği huzuru yok eder yıkıcı ve hatta bir elektrik balığı gibi felç edici etkisi vardır. O rahatsızlık yeni bir şeylere gebedir ve en güzel fikirler bu yıkılmanın ardından inşa edilir. Doğruyu bulmak adına atılan adım o yıkılanın yerine koyma yani düşünme anında atılır. “Düşünme, Platon’un Sokrates’i izleyerek belirttiği gibi, esas itibariyle kişinin kendisiyle (“ben” ile “kendim” arasında) kurduğu bu sessiz diyalogdan başka bir şey değildir.”[12] Yukarıda bahsettiğimiz zamanlarda doğruyu bulma yolu olarak gördüğümüz yargı yetisine bağlı olarak düşünme etkinliği, kişiyi tutarlı davranmaya sevk ederek hem yargı yetisinin bağımsız olarak çalışabilmesinin zeminini hazırlar hem de etik bilincin doğmasına vesile olur. Bu andan itibaren ne herhangi bir ideoloji veya dünya görüşüne sadakat haklılığın ölçütü olabilir, ne de “yalnızca buyruklara itaat ediyorum” veya “yasalara bağlı bir yurttaşım” gibi mazeretler mazur görülebilir.[13] Burada bir problemi hallettik gibi gözüküyor, olağanüstü zamanlarda yargı yetimiz sayesinde doğruyu bulacağız gibi bir denklem ortaya çıktı fakat maalesef bu olağanüstü zamanlarla sınırlı kalmıyor. Özellikle bazı ülkelerdeki demokrasi anlayışının çoğulculuk yerine çoğunlukçu diyebileceğimiz nitelikte olması, her şey normalmiş ve işleyen bir demokrasi varmış gibi gözüktüğü zamanlarda bile tam tersine kamuoyu baskısının eleştirel düşünme ve yargı yetisini sıklıkla aşındırması ve “milli irade” mitinin veya çoğunluk tahakkümünün ifade özgürlüğünü zaman zaman esir alması nedeniyle, modern (kitle) demokrasileri(in)de çoğunluğun kanaatlerine ve siyasi iktidarın buyruklarına hızla uyum sağlama eğilimi epey yaygındır.[14] Demokrasilerdeki seçim kavramının bazen çoğunluğun azınlığa tahakkümüne neden olması ve buna karşı çıkması beklenilen medyanın, aydın çevrelerin ve hatta muhalefet partilerinin dahi oy kaygısıyla buna iştirak etmesiyle tamamen çoğunluğun borusunun öttüğü, azınlığın tüm haklarını bir bir elinden alma peşinde bir ülke yaratılması mümkün ve günümüzde birçok örneği mevcut. İşte bu noktada yine Sokrates’in eleştirel yurttaşlığı bize ışık tutan bir kavram olarak önümüze çıkmaktadır. Eleştirel düşünmenin bir yan etkisi olarak ortaya çıkan vicdan(Sokrates’te son derece seküler bir kavram olarak ortaya çıkar), eleştirel yurttaşlığın da temelidir. Vicdanın sesi olmadan eleştirel yurttaşlık düşünülemez; eleştirel yurttaşlık olmadan yargı yetimizin bağımsız olarak işleyebilmesi olanaksızdır.[15] Şuana kadar bahsettiğimiz eleştirel yurttaşlık, yargı yetisi, düşünme becerisi kavramlarının üçü de aslında birbiriyle bağlantılı olan kavramlardır. Üçü de emir ve kurallara uymaktan çok sorgulamayı merkeze alan, itaat sözünden son derece uzak kavramlardır. Yazının birçok kısmında yer verdiğimiz Arendt de itaat kavramından “Şu habis itaat sözcüğünü etik ve politik düşünce lügatimizden söküp atabilseydik çok kazançlı çıkardık.”[16] Diyecek kadar nefret eder ve sivil itaatsizliği hem anayasal krizleri aşmaya yönelik adalet reformlarının hem de etkin yurttaşlık pratiğinin vazgeçilmez bir aracı ve hatta (Amerikan) cumhuriyetçiliğin(in) alametifarikası olarak görür.[17] İdeal olan hayatın her alanında eleştirel düşünceyi sindirmiş, düşünme ve empati becerisi yüksek, çoğulcu bir toplumdur. Böyle bir toplumda yukarıda saydığımız çok sayıdaki olumsuz durumla karşılaşma ihtimalimiz son derece azalır. Kimi zaman sosyal atomizasyon ve politik örgütsüzlük nedeniyle pek çok kişinin öznel çıkarlarının ötesini görememesi; kimi zamansa milli ve dinsel aidiyetlere ve dünya görüşlerine sadakatin yol açtığı aşırı kutuplaşma sebebiyle geniş kesimlerin düşünme yetisini tümden yitirmesi, ortak dünyanın ve kamusal yaşamın parçalanmasını da beraberinde getirmektedir. Böyle bir topluluk, kendi geçmişi ve bugünüyle layıkıyla yüzleşemeyeceği gibi her tür çoğulluğu ve muhalefeti hep bir ihanet ve bölünme işareti olarak görecektir.[18] Toplumları bireyler oluşturur ve bu yüzden ideal topluma ulaşmak isteyen tüm bireyler öncelikle eleştirel yurttaşlığı oldukça etkin bir şekilde özümsemeli ve sorgulamaktan vazgeçmeden, yargı yetisini yitirmeden bir hayat sürme peşinde olmalıdır.

ENES BURHAN


[1] Kemal Gözler, “Tabiî Hukuk ve Hukukî Pozitivizme Göre Adalet Kavramı”, Muhafazakar Düşünce, Yıl 4, Sayı 15, Kış 2008, s. 77-90. http://www.anayasa.gen.tr/

[2] Kemal Gözler, “Tabiî Hukuk ve Hukukî Pozitivizme Göre Adalet Kavramı”, Muhafazakar Düşünce, Yıl 4, Sayı 15, Kış 2008, s. 77-90. http://www.anayasa.gen.tr/

[3] Albert Einstein’ın 17 Eylül 1933 tarihinde Mustafa Kemal Atatürk’e verilmek üzere TC Başbakanlığına yazdığı mektup.

[4] Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı: Adolf Eichmann Kudüs’te, Metis Yayınları

[5] Devrim Sezer, İtiraz, Tartışma, Demokrasi: Arendt’in Yargı Teorisinin Etik ve Politik Önemi (Yargıya Felsefeyle Bakmak, der. Kurtul Gülenç ve Özlem Duva, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2016), s. 112

[6] Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı: Adolf Eichmann Kudüs’te, s. 111, Metis Yayınları

[7] Devrim Sezer, İtiraz, Tartışma, Demokrasi: Arendt’in Yargı Teorisinin Etik ve Politik Önemi (Yargıya Felsefeyle Bakmak, der. Kurtul Gülenç ve Özlem Duva, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2016), s. 115

[8] Hannah Arendt, “Thinking and Moral Considerations”, Responsibility and Judgment, der. Jerome Kohn, Schocken Books, New York, 2003, s. 160.

[9] Devrim Sezer, İtiraz, Tartışma, Demokrasi: Arendt’in Yargı Teorisinin Etik ve Politik Önemi (Yargıya Felsefeyle Bakmak, der. Kurtul Gülenç ve Özlem Duva, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2016), s. 116

[10] Hannah Arendt, “Thinking and Moral Considerations”, s. 163-166, Schocken Books

[11] Hannah Arendt, The Life of the Mind, s. 191, Harvest Books 

[12] Devrim Sezer, İtiraz, Tartışma, Demokrasi: Arendt’in Yargı Teorisinin Etik ve Politik Önemi (Yargıya Felsefeyle Bakmak, der. Kurtul Gülenç ve Özlem Duva, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2016), s. 119

[13] Devrim Sezer, İtiraz, Tartışma, Demokrasi: Arendt’in Yargı Teorisinin Etik ve Politik Önemi (Yargıya Felsefeyle Bakmak, der. Kurtul Gülenç ve Özlem Duva, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2016), s. 123

[14] Alexis de Tocqueville, Democracy in America, çev. Arthurt Goldhammer, The Library of America, New York, 2004, s.491-493

[15] Devrim Sezer, İtiraz, Tartışma, Demokrasi: Arendt’in Yargı Teorisinin Etik ve Politik Önemi (Yargıya Felsefeyle Bakmak, der. Kurtul Gülenç ve Özlem Duva, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2016), s. 123

[16] Hannah Arendt, “Responsibility and Judgment”, s.48, Schocken Books

[17] Devrim Sezer, İtiraz, Tartışma, Demokrasi: Arendt’in Yargı Teorisinin Etik ve Politik Önemi (Yargıya Felsefeyle Bakmak, der. Kurtul Gülenç ve Özlem Duva, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2016), s. 126

[18] Devrim Sezer İtiraz, Tartışma, Demokrasi: Arendt’in Yargı Teorisinin Etik ve Politik Önemi (Yargıya Felsefeyle Bakmak, der. Kurtul Gülenç ve Özlem Duva, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2016), s. 134

Enes Burhan