Kavramlar Üzerine Denemeler: Akıl

Birçok çevrede akıl tutulması ya da akıl çıkmazı gibi durumlardan bahsedildiğini görüyoruz. Aklın sınırlarını aşan şeyler üzerine düşünmeyi reddetmesi gerektiğinden, onların asla kavranamayacağından, dolaşılmaması gereken birtakım alanların olduğundan. Öncelikle tüm bu alanların halihazırda birileri tarafından, yani yine akıl tarafından açılmış alanlar olduğunu teslim etmemiz lazım.

Akıl tutulması diye bir şeyin olması mümkün değildir. Bilakis bu durumu savunan kimsenin aklı, bizzat kendisinin çalışmadığını kanıtlamak üzere harıl harıl çalışmaktadır. Bu bir paradoks mudur? Hayır, olsa olsa akıl tutulması yaşadığını iddia edenin ısrarıdır.

İnsan, aklını kullanmadan edemeyen adeta bir problem çözme varlığıdır. Sanatta, felsefede, mitlerde, teolojide akıldışı hiçbir unsur olamaz. Ancak yeterince aydınlatılmamış, iyice temellendirilmeden ortaya atılmış kavramlar ya da temellendirilme esnasında kestirme yola sapılmış kavramlar olsa gerek.

Akıl insanın kendisini en kaybettiği anda bile hala çalışmakta ve problem çözmeye çabalamaktadır. Aksi halde bu gibi durumlarda aklın kontrolünün başka birtakım güçlerin (mesela cinlerin) eline geçiyor olduğunu kabul etmek durumundayız. Peki insan uykudayken bile birtakım zihinsel aktiviteler (mesela yaşantıların ve tecrübelerin kategorilenmesi, birbiriyle ilişkilendirilmesi) devam ediyorken bizim aklın denetimini kaybetmemiz ya da aklın sınırları dışına çıkışımız nasıl temellendirilebilir?

Akıl o anki koşulları, bir problemi ya da bir olguyu halihazırda kullandığı paradigmasıyla çözümleyemeyince veya işlenecek verilerden (yani tecrübelerden) yoksun ise ya da bunları birbiriyle bağdaştıramıyorsa akıl tutulması dediğimiz şeyi yaşar. Bu da aklın paradigma devriminin ilk aşamasıdır. Aklın amacı ve doğası bu tutulmayı aşmaktır. Akıl en çok bu tutulma anlarında çalışır derken bunu kastediyordum.

Çünkü akıl artık bu noktada kullandığı metotlara, elindeki verilere, bunları işleyiş biçimine, dolayısıyla kendine yönelmiştir. Problemi varsayılan yollarla çözemediğini, üzerinde çalıştığı şeyi anlamlandıramadığını gördüğü anda bunu aşmak için kullandığı malzemeleri gözden geçirecektir. Bu malzemeler duyumlardan oluşan kendi özgün tecrübeleri olabilir. Başka kaynaklardan haber aldığı, kendine yabancı tecrübe verileri olabilir. Bunların kaynağını, doğruluğunu kontrol etmek ister ve gerekli gördüğü müdahaleleri yaparak sağlamasını alır (sözüm ona yanlış verileri doğrularıyla düzelterek ya da gözardı ederek, birbiriyle bağlantılarını yeniden düzenleyerek, yeniden kategori ederek, vs).

Bundan sonra hala problemin devam etmesi halinde akıl kullandığı yöntemi, ki kanaatimce buna bir ölçüde yaklaşım da diyebiliriz, gözden geçirmek isteyecektir. Bu aklın ne hazır ne de alışkın olduğu yeni bir haldir. Dolayısıyla sancılıdır. Akıl tutulması yaşadığını iddia eden kimseler tam da bu anlarda bu sancıyla baş etmekten kaçınan kimselerdir. Bu noktada sorunun çözülemez olduğunu kabul ederek bu sancıdan kaçınmayı yeğleyebilirler. Hazırda mevcut başka birtakım paradigmaların kabulüne yönelebilirler. Probleme yaklaşım noktalarını kısıtlayıp bakış açılarını daraltarak kısmi bir çözüm getirme yoluna girişebilirler. Mevcut paradigmalarından vazgeçmeyerek problemi kendi yetersiz akıl yürütmelerine uydurmaya çalışabilirler, dolayısıyla problemi çarpıtmaya ve olduğundan başka bir şey gibi göstermeye girişebilirler. Ama problem bütün halinde çözülmeden hala oracıkta beklemektedir. Problem çözüldüğünde bile evrimleşerek mevcudiyetini kendisi ya da başka bir problem üzerinden devam ettirecektir.

Problemle gerçek mücadele girişimlerine baktığımızda ise, bu devrime (yani paradigma değişimine) doğru yol alan süreç bazen farkında olmadan girdiğimiz bir süreçtir. Sanırım Descartes’in ya da diğerlerinin açık ve seçik bir biçimde yakaladığı vargılardan kastettiği şey aslında tam da bu problemi çözmede başarıya ulaşmış yeni paradigmaları yakaladığı anlardı.

Çünkü çoğu kez doğru paradigma, vardıracağı sonucun ışığıyla birlikte görünür. En nihayetinde aklın doğasını yine bizzat aklı kullanarak reddetmek ya da önemsiz görmek A’nın A olmadığını söylemeye benzer; ya da A’nın A hakkında söz söylemesinin gereksiz olduğunu söylemeye. Peki kendisi hakkında söz söylemekten kaçınan hatta bunu tabulaştıran A, B ve C’ler üzerine söz söyleme hakkını nereden alacaktır?