Uluslararası Suç Olarak Soykırım ve Bosna Örneği

ÖZET

Ulus kavramının doğuşu ve sınır siyasetinin kaçınılmaz bir olgu olduğundan beri uluslararası suçların ve cezalandırılmasının önemi tartışılmaz bir şekilde artmıştır. Sınır siyasetinden de önce insanlığa karşı işlenilen suçlar büyük problem halindeydi. Bu bağlamda soykırım suçu ve bu suçun doğru anlaşılması kaçınılmaz bir gerekliliktir. Bu çalışmada uluslararası suçların ve soykırımın Bosna Soykırımı örneği üzerinden, Yugoslavya’nın parçalanması ile Mladiç Davası bahsedilerek tanımlanması hedeflenmiştir.

 Anahtar Kelimeler:  Birleşmiş Milletler, Bosna-Hersek, Ulus, Uluslararası Suçlar, Srebrenitsa, Soykırım, Yugoslavya

ABSTRACT

Since the nation concept occurs and the border politics become inevitable fact, punishment of the international crime gains more and more importance. Crimes against humanity is huge problem for our world, not only after the border politics but also before it. Therefore, it is necessity that to understand genocide crime very clearly. This study investigates international crime and genocide by taking Bosnia Genocide as a case. The breakup of Yugoslavia and Mladic Trial will also be examined in it.

Key-words: United Nations, Bosnia and Herzegovina, Nation, International Crimes, Srebrenica, Genocide, Yugoslav

Giriş

         Uluslararası örgütlerin yaptırım gücünün kimi zaman etkisiz kalabildiğini görürüz. Egemen eşitliğini ilke olarak benimseyen bulunduğumuz sistemde, uluslararası suçlar karşısındaki yaptırım zayıflığı ya da eksikliği bazı devletlerin uluslararası suça eğilimini arttırabilir. Halihazırda devletler ve uluslararası örgütler tarafından müdahale edilen uluslararası suçlara baktığımızda bile bu müdahale karşısındaki eleştiriler ve konumlar, çıkar üzerine olmuştur. Böyle bir durum içerisinde uluslararası suçların yargılanması ve cezalandırılması hayati önem taşır. Üstelik soykırım kavramının ve suç olarak kabulünün 20. yüzyıl olduğunu göz önüne alırsak tanımı anlamada güçlük yaşanacağını tahmin edebiliriz. Tanım karmaşası içerisinde uyuşmazlıkların ardı arkası kesilmemiştir.

         Bunun yanı sıra tarihe baktığımızda bazı devletlerin kendi kişisel çıkarları uğruna toplu kıyımlara başvurması kimi mezheplerce hiç dile getirilmemiştir. Bazı uyuşmazlıklardan yararlanarak kavramlar yine çıkarlar doğrultusunda eleştirilmiş, üstü kapanmaya çalışılmıştır. Bu uyuşmazlıkları kullanarak suçları ya da haksız kuvvet kullanımını meşrulaştırılmak denenmiştir.

Uluslararası Suç ve Birleşmiş Milletler

          Uluslararası ilişkilerin doğuşu olarak kabul edilen Westphalia Barış Antlaşmaları ile ortaya çıkış süreci başlayan ulus devlet kavramı sınır siyasetini kaçınılmaz bir hale getirmiştir. Sınır siyaseti yapmayan devletler yok olmaya yüz tutmuş, ulus devlet yeni kurulan sistemde başat aktör haline gelmiştir. Uluslararası kavramı tarihte ilk defa Jeremy Bentham tarafından 1780 yılında ‘’An Introduction to the Principles of Morals and Legislation’’ adlı eserinde[1] iç hukukla dış hukukun ayrımını yapmak için kullanılmıştır. Sınır siyaseti ve uluslararası kavramıyla devletlerin güvenlik sorunu farklı bir boyut kazanmıştır. Bu güvenlik sorununda uluslararası suçların yeri daha çok vicdani kısımdadır. Uluslararası suç kavramını tam olarak tanımlayan bir düzenleme yoktur[2].

         Uluslararası suçlar uluslararası toplumun varlığını ve düzenin devamlılığını ortak tehdit eder[3]. Tehditle başa çıkabilmek için uluslararası barış ve güvenliğin korunmasında bir üst otorite zaruridir. Ancak sistemin anarşik yapısı nedeniyle pek mümkün değildir. Bu amaçla barış ve güvenliğin korunması için hareket eden uluslararası örgütler kurulmuştur. Bunlardan biri olan Milletler Cemiyeti kısmen başarılı olsa da İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla artık amacını yerine getiremez hale gelmiştir. Milletler Cemiyeti’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında 43 üyesi kalmış, Birleşmiş Milletler’in (BM) kurulması ve 10 Ocak 1946’da çalışmalarına başlamasıyla 18 Nisan 1946’da kendisini feshetmiştir[4]. BM San Fransisco’da 1945’te toplanan konferans sonrasında imzalanan kurucu antlaşmasıyla evrensel bir örgüt niteliğindedir. BM için 1945’ten bu yana küresel bir savaş olmadığından ötürü başarılı olduğu söylenebilir. Kuruluş amacı Milletler Cemiyeti gibi uluslararası barış ve güvenliğin korunmasıdır. Bu amaç doğrultusunda savaşları ve barışa yönelik tehditleri önlemek, ülkeler arasında dostane ilişkiler kurmak ve uluslararası ekonomik ve sosyal işbirliğini sağlamak konularında da işlevseldir[5].

         BM’de Güvenlik Konseyi özel yetkili organ niteliğindedir ve barış ve güvenliğin sağlanması, korunmasındaki sorumluluk Güvenlik Konseyi’ne aittir[6]. Güvenlik Konseyi’nin bu alanda yaptığı düzenlemeler hayati değer taşır. Zaten konseye gelen eleştirilerin başlangıç noktası uluslararası barışa karşı gelişen olaylara müdahale etme, etmeme/edememe durumundadır. BM Kurucu Antlaşması’nın 2. maddesinin 4. Paragrafındaki her türlü şiddetin yasaklanması konusunda farklı yorumlamalardan oluşan uyuşmazlıklar eleştirilerin temelidir.

         Başta da belirtildiği gibi uluslararası topluma ortak tehdit durumlarında kuvvet kullanımı yasağı genişletilebilir. İstisnai durumlarda kuvvet kullanımı haklı olabilir. Hukuka aykırı kuvvet kullanımı saldırı amaçlıdır ve istisnai durum meşru müdafaa hakkıdır[7]. Barışın ve güvenliğin korunması nezdindeki devletlerin, uluslararası örgütlerin haklı kuvvet kullanımı müdahalelerine insancıl müdahale ve koruma sorumluluğundan bahsedebiliriz. İnsancıl müdahale bir devlette insan haklarının ağır ihlali ve hukuk kurallarının çiğnenmesi halinde başka devletler veya uluslararası örgütler tarafınca izne gerek duymaksızın kuvvet kullanımıdır. İnsancıl müdahaleye ilişkin eleştirilerin dayanağı ise BM’nin genel ilkelerinden biri olan içişlerine karışmama ilkesine dayanır[8]. Eleştirilere ve Güvenlik Konseyi’nin sınırsız takdiri ile veto yetkisinin arkasına sığınan bazı devletler uluslararası topluma tehdit olacak hareketleri gerçekleştirebilir. Böyle bir durum 1999 yılında karşımıza çıktı. NATO, Sırbistan’ın insan haklarını ağır ihlal etmesiyle Kosova’daki Arnavutlar için harekete geçti. 78 gün süren bombardımanın ardından Yugoslav lider Slobodan Milosevic barış şartlarını kabul etmek zorunda kaldı. Daha sonra 2000 yılında NATO’nun Kosova’ya müdahalesi değerlendirildi. Kosova Üzerine Bağımsız Komisyon’un raporunda müdahalenin yasal olmadığı fakat meşru olduğu kararlaştırıldı[9].

         BM’nin insan kıyımlarının önünü alınamaması ile insancıl müdahale üzerine tartışmalar daha da sertleşti. Bu tartışmalar sonucu BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın ‘’insanlığın ortak ilkelerini çiğneyen ağır ve sistematik insan hakları ihlaline karşılık ne yapılabilir’’ sorusuyla koruma sorumluluğu karşımıza çıktı[10]. Kavram müdahale içermediği için yumuşak ve kabul edilebilir bulundu. Buna göre her devlet kendi bölgelerinde insan haklarının korunmasından sorumludur, korumayı gerçekleştiremeyen devletlere karşı birlik içinde önlemler alınması gereklidir.

Soykırım Suçu

         Soykırım kavramı 20. yüzyıla ait yeni bir kavramdır. Soykırım kelimesi linguistik açıdan Yunanca soy anlamına gelen genos ile Latince katletmek anlamına gelen cidium kelimesinin birleştirilmesiyle Raphael Lemkin tarafından oluşturulmuştur[11]. Soykırım suçu yeni tanımlanmış, önlenmesi gerekildiğine karar verilmiş bir suçtur. BM Genel Kurulu tarafından 1948 tarihli ‘’Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Sorumluların Cezalandırılması Sözleşmesi’’ kabulü ile soykırım uluslararası suç olarak tanımlanmıştır[12]. Türkiye Sözleşmeyi 23 Mart 1950’de onaylamıştır. 5630 Sayılı Onay Kanunu 29 Mart 1950 gün ve 7469 Sayılı Resmi Gazete’de yayınlanmıştır. Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Sorumluların Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 2. maddesine göre ‘’ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden herhangi biri, soykırım suçunu oluşturur.

  1. Gruba mensup olanların öldürülmesi;
  2. Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi;
  3. Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek;
  4. Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak;
  5. Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek;’’

         Soykırım Suçu işlenilen devletin ülkesindeki uluslararası bir ceza mahkemesinde yargılanır ve zaman aşımına uğrayamaz[13]. Soykırım yapılması adına işbirliği yapmak, soykırım yapılması adına kışkırtmak, soykırıma teşebbüs etmek ve soykırıma iştirak etmek eylemleri de cezalandırılır. Soykırım eylemi ve bu belirtilen eylemler siyasal suç olarak kabul edilmez. Sözleşmeci devletler suçluların iadesini üstlenir. Soykırım suçunun kanıtlanmasında şart olarak görülebilecek olgu özel kasıttır. Bu manevi unsur soykırım suçunu diğer suçlardan ayıran temel özelliktir. Gruba karşı planlı fiziksel veya zihinsel şiddetin varlığı araştırılır. Bu araştırmada suç eylemini işleyenlerin eylem hakkındaki kayıtlı konuşmaları, belgeleri ya da görüntülerinden yararlanılır. Soykırım suç eyleminin bir gruba karşı işlenmesinden ötürü taraflarca grubun ortak bir değeri, kimliği ve ötekilerinden ayrıldığına yönelik bilincin farkında olunmalıdır. Soykırım suçu grup üyelerin o varlıkta ve gruba dahil oldukları için özel kasıtla işlenir. Eski Yugoslavya İçin Uluslararası Ceza Mahkemesi başkanlığını yapan Cassese soykırım için ‘’mağdurun kişiliksizleştirilmesi’’ demiştir[14]. Bu bağlamda failin özel kasıt ile yalnız grubun etnik kökeninden, dininden, ortak değerinden, kültüründen vb. gibi özelliklerinden hoşlanmadığı için için gruba karşı soykırım suçu işlediğinde değinilmiştir. Duruma örnek olarak Jelisic Davası’nı verebiliriz. Sırp Adolf lakaplı Goran Jelisic, Sırp milisleriyle birlikte yüzlerce Hırvat ve Bosnalı Müslümanları öldürüp yaralamaktan yargılanmış, yargılamada ispat niteliğinde Jelisic’in her yerde söylediği Müslümanlardan nefret ettiği ve öldürmek için şehre geldiği söylemleri kullanılmıştır[15].

         Bu sözleşmede soykırım suçunun maddi unsuru da çeşitli tartışmalar yol açmıştır. Suçun maddi unsuru sözleşmenin ikinci maddesinde tanımlanmış, tanımlanmış anlamını gerçekleştirmeye yönelik davranışlardır[16]. Maddi unsuru fiilen gerçekleştirme haricinde ihmali de suçtur. Yine maddi unsur konusunda tartışılan konu grubun niceliğidir. Soykırım suçunun grubun tamamına değil de bir kısmına karşı işlendiğinde alınacak tutum ve kararlar net değildir.

         Kitle imha silahlarının teknolojik gelişimi ve 2. Dünya Savaşı sonrasında öldürme güdüsü ilerlemiş ve öldürme imkanı kolaylaşmıştır[17].Soykırım suçu üzerine yapılan çalışmalar ancak Soğuk Savaş dönemi sonrasında sistemde oluşan açıklık ve şeffaflık ilkeleriyle hızlanmıştır. Bu döneme kadar soykırım kavramı üzerine ilgi yok denecek kadar azdır. Yahudilerin siyasal etkinliğinin 2. Dünya Savaşı sonrasındaki yapıda artmasıyla kavram biraz daha dile getirilir hal almıştır. Bunun sebebi özellikle 2. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin Yahudilere karşı toplu kıyımları olmuştur. Yahudilerin savaş sonrasında sistem içerisinde bir lobi oluşturabilmesiyle soykırım kavramına ilgi artmıştır. Başta da söylendiği gibi soykırım kavramı bazı devlet ve sistem çıkarları uğruna nüfuzlu kimseler tarafından farklı yorumlanabiliyor. Lobicilik sayesinde yine soykırım kavramı geçmişte 44. ABD Başkanı Barack Obama tarafından sözde Ermeni soykırımı vaadiyle seçim çalışmalarına konu olmuş, Ermeni Tehciri kişisel çıkarlar uğruna yanlış yorumlanmıştır.



Bosna Örneği

        Bosna Soykırımı kavramı eski Yugoslavya’nın parçalanma dönemindeki 1992-1995 tarihli Bosna Savaşı’nda Sırp güçlerinin Srebrenitsa ve Jepa’daki katliamları için kullanılır. 1990 yılında Bosna-Hersek içerisindeki nüfusun %44’ünü Müslümanlar oluşturuyor, Yugoslavya Komünist Partisi’nin iktidardaki öncülüğü sonlanınca Boşnak, Sırp ve Hırvat gerilimi sahne alıyordu[18]. 1990 sonunda yapılan seçimlerde oyların %38’ini alan Müslüman Boşnakların Demokrat Eylem Partisi (DEP) 86 sandalye ile meclisteki en fazla milletvekili sayısına sahip oldu. DEP lideri Aliya İzzetbegoviç yazdığı İslam Beyannamesi kitabı yüzünden 7 yıl hapse mahkum edilmişti. İzzetbegoviç’in planlaması Müslüman nüfusun güvenliği için Boşnak, Hırvat ve Sloven işbirliğinden yanaydı. Fakat Hırvatistan ve Slovenya’nın Yugoslavya’dan ayrılması Bosna-Hersek’i Sırp tehdidi ile karşı karşıya bırakacaktı. Sırp Milli Konseyi’nin Bosna’daki Müslümanlara karşı Müslümanlaştırılmış Sırp yaklaşımı gerilimi iyiden iyiye yükseltti. Eski dini Hristiyanlığa dönmeyen Boşnakları Anadolu’ya süreceklerini söylediler. Buna karşın İzzetbegoviç’in ise bir arada yaşamaya ve bölünmezliğe karşı iyimser yaklaşımı sürüyordu. Her şeye rağmen bu karmaşada 1990ların sonunda en önemli çatışma alanının Bosna-Hersek olacağı kendini belli etmişti[19]. Yugoslavya’da bağımsızlık hareketi ile Cumhuriyetlerin Federasyondan ayrılmasını istemeyen, Yugoslavya toprak bütünlüğünün teminatı olarak görülen Federal Ordunun çoğunluğu Sırplardan oluşuyordu[20]. Sırbistan bunun haricinde Avrupa’nın en büyük dördüncü ordusu JNA’na sahipti. Buna dayanarak seçimlerden hemen sonra Bosna-Hersek’in egemenliği ve bölünmezliğini vurgulayan önergeye tam sertlikte karşı çıktı. Sırbistan’ın bu çıkışı Sırp milliyetçiliği tehdidinin kanıtı niteliğindeydi[21]. Boşnakların Federasyon içindeki güvenin belkemiği olarak gördükleri Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlığı ile seçim yapmaları gerekiyordu. Ya Sırp çıkarlarına güvenilip aynı şartlarda devam edilecek ya da bağımsızlığa gidilecekti. Bosnalı Sırplar ayrılığın sonu getireceğine inanıyorlardı. Buna karşılık Boşnaklar ve Bosnalı Hırvatlar bağımsızlıktan başka seçenek düşünmüyorlardı. Cumhurbaşkanı İzzetbegoviç 15 Ekim 1991’de bağımsızlık kararı aldı ve 29 Şubat 1992’de halkoylamasına sunuldu. Çıkan sonuç Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin kurulmasından yanaydı. Bu sonuçla birlikte ABD, Avrupa Topluluğu ve Türkiye yeni devleti hemen tanıdı. Bosna-Hersek Cumhuriyeti BM’ye kabul edildi[22]. Ardından 27 Mart 1992’de Sırp milletvekilerinin Bosna-Hersek Sırp Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilan etti. Bosna-Hersek iç savaşı başladı. Bosna kökenli Sırp komutanların önderliğindeki milisler Müslüman kasabalarını ele geçirmeye başladı. Bu çerçevede ilk kayıplar Bijeljina kasabasında beş bine kadar insanın öldürülmesiyle başladı ve kasaba düştü. Federal Ordu’nun da desteğiyle Foça, Vişegrad, Vlasenica ve Bratanuc şehirlerinde Müslüman nüfusa karşı kıyımlar devam etti. 1992 Nisan’ında Bosna-Hersek başkenti Saraybosna kuşatıldı ve kuşatma sırasında 1993 yılına kadar sekiz bin kişi öldü, elli bin kişi yaralandı[23]. İzzetbegoviç’in uluslararası toplumdan müdahale isteği hep havada kaldı. BM’nin 1992 dönemindeki yaptırım yetersizliği ve otorite boşluğuyla Bosnalı Hırvatlar da 7 Temmuz tarihinde bağımsızlığını ilan etti. İki taraflı süren iç savaş bir anda Bosnalı Sırplar, Bosnalı Hırvatlar ve Bosna-Hersek arasındaki üç taraflı topyekün savaşa dönüştü. Bunun en temel sebebi BM’nin o yıla dek en büyük yaptırım olarak Sırpların etnik temizleme, toplu kıyımına karşı kınama kararı almasıdır.

          Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin ilanı ve BM’nin yeni devleti tanımasıyla Yugoslavya’ya uygulanan siyah ambargosunun Bosna-Hersek üzerinden kaldırılması talep edildi. Ancak BM bu teklifi konjonktürü göz önüne alıp Sırpların BM askerlerine saldırabileceği olasılığı üzerine kabul etmedi. BM’nin buna benzer her türlü çekincesi müdahale etmemesi olayları daha da kızıştırdı. Sırp milislerinin Müslüman Boşnak grubuna uyguladığı, Sırp lider Radovan Karadziç ve Sırp komutanların sistemli olarak planlanmış saldırılarla gerçekleşen etnik temizliğe BM 1992 Mayıs tarihine kadar çekimser davrandı. Bu tarihte de ancak Sırbistan ve Karadağ’a Bosna’daki savaşı taraflı destekleyip yardımda bulunduğu için ekonomik yaptırımlarda bulundu[24]. 1992 Ekim ayında savaşın üç taraflı hale gelmesi ve de daha da şiddetlenmesi üzerine BM ve AT temsilcilerinin arabuluculuk ettiği Cenevre görüşmeleri başladı. Görüşmelerde Vance-Owen Planı adıyla İsviçre modeline benzer bir çözüm önerildi. İlk görüşmelerde tüm taraflar çözümü kabul etmedi. Daha sonra ABD’nin İzzetbegoviç’e baskısı ve Sırbistan lideri Miloseviç’in Bosnalı Sırpların liderı Karadziç’e ısrarı sonucu 21 Ocak 1993 tarihinde Plan onaylandı. Ancak Sırpların Krajina’daki saldırıyı bahane etmesiyle görüşmeler sonlandı ve Plan sonuçlanamadı. Ardından Nisan 1993’de Sırplar Srebrenitsa şehrine topyekün saldırdı. BM tarafından Srebrenitsa güvenli bölge ilan edildi. Bu önlem Sırpların kentin kontrolünü ele geçirmesini önledi. Güvenli bölge çözümü için Fransız yetkililer en az kırk bin askere ihtiyaç olduğunu söylemelerine rağmen yeterli asker sayısına ulaşılamadı ve silahsızlandırma hareketi ile bölgedeki Boşnaklar savunmasız bırakıldı[25].

         İki yıl süren iç savaşın ardından Ratko Mladiç komutasındaki Sırp güçleri 11 Temmuz 1995’te yeniden Srebrenitsa’ya girdi ve şehri ele geçirdi[26]. O gün yaklaşık sekiz bin erkek Bosnalı katledildi. BM tarafından güvenli bölge edilen Srebrenitsa’da böyle bir saldırı kabul edilemezdi. Bölgedeki Barış Güçleri mensubu mavi bereli Hollanda birlikleri olaya seyirci kalmıştı. Savunmaları BM ilkeleri gereği Barış Güçleri’ne saldırı olmadığından müdahale edememeleriydi[27]. Mladiç savunmasız şehri düşürüp masum halka karşı toplu kıyımından sonra konuşmasında ‘’İşte 11 Temmuz 1995’te Sırp şehri Srebrenitsa’dayız. Büyük bir Sırp bayramı arifesinde iken bu şehri Sırp milletine armağan ediyoruz. Nihayet, yeniçerilere karşı ayaklanmasından sonra bu toprakta Türkler’den intikam almamızın vakti geldi’’ dedi. 13 Temmuz tarihinde Hollanda güçleri şehri terk etti. Hollanda şehirden ayrılırken Sırp Cumhuriyet Ordusu kaçmayı deneyen on bin erkek Boşnaklardan yakalayabildiğini kurşuna diziyor ve savunmasız Srebrenitsa’yı almanın şevkiyle gözünü Jepa’ya çeviriyordu. Jepa’daki BM gözlem noktalarını bombalayarak on bir gün içinde bu şehri de düşürdüler. Bu gelişmelerin ardından BM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Mazowiecki görevinden istifa etti[28]. Srebrenitsa’da yaşanan bu olaylar İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanmış en büyük toplu soykırımdır. Boşnak grubu işkence görerek ve tecavüz edilerek öldürülmüştür. Günümüze kadar 8327 kişinin cansız bedenine ulaşılmış ve toplu mezarlarda ulaşılamayan ölümler de olmuştur.

         Olayların sorumluları şüphesiz Sırbistan lideri Miloseviç, Bosnalı Sırpların lideri Karadziç ve Sırp komutan Ratko Mladiç’tir.  BM Güvenlik Konseyi Bölüm VII’ye göre eski Yugoslavya’da işlenen insanlık dışı uluslararası suçların yargılanması için 22 Şubat 1993 tarihinde uluslararası bir mahkeme kurulması kararlaştırılmıştır. 1993 yılında Boşnaklar Lahey Adalet Divanı’na başvurmuş, Divan soykırımın önlenmesi için taraflara bir açıklama yapmıştır. Boşnakların 2003 yılında tekrar Divan’a başvurmasıyla 26 Şubat 2007’de bir karara varılmıştır. Karar şöyledir,

a) Uluslararası hukuka göre sorumluğu bulunan kişi ve kurumlarıyla Sırbistan soykırım yapmamıştır,

b) Sırbistan, soykırım işlemek için plân yapmamış, soykırım eylemini kışkırtmamıştır,

c) Sırbistan, BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırma Sözleşmesi’ne göre yükümlülüklerini ihlâl ederek soykırıma iştirak etmemiştir,

d) 1995 Temmuz da Srebrenitsa’da meydana gelen soykırım konusunda Sırbistan, BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırma Sözleşmesi’ne göre soykırımı önleme yükümlülüğünü ihlal etmiştir,

e) Sırbistan, Ratko Mladiç’in soykırım ve soykırıma iştirak suçlamaları nedeniyle yargılanacağı Eski Yugoslavya için kurulan Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’ne teslim edilmemesi ve mahkemeyle tam bir işbirliği yapmaması nedeniyle BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırma Sözleşmesi’ne göre yükümlülüklerini ihlal etmiştir,

f) Sırbistan, Eski Yugoslavya için kurulan uluslararası savaş suçları mahkemesine soykırım ve başka suçlarla itham edilen kişilerin teslimi ve mahkemeyle tam bir işbirliği konularında yükümlülüklerini yerine getirecek acil tedbirler almalıdır,

g) Davada mâlî tazminat uygun bulunmamıştır.[29]

         Miloseviç 2006 yılında cezaevinde hayatını kaybetmiştir. Lahey Uluslararası Adalet Divanı’nın kararıyla Karadziç soykırım ve on ayrı suçtan 40 yıl hapis cezasına, Mladiç ise birçok suçtan müebbet hapis cezasına çarptırılmıştır. Karadziç ve Mladiç Sırbistan tarafından teslim edilmemiştir. 21 Temmuz 2008 gecesinde Karadziç yakalanmış, Lahey’de 30 Temmuz 2008’den beri tutuklu durumdadır. Mladiç’in Sırbistan’da olduğuna dair belgeler olmasın rağmen Sırbistan Hükümeti reddetmiştir. 2009 yılında bir düğünde olan Mladiç’in fotoğrafının yayınlanması ardından 26 Mayıs 2011 tarihinde Sırp istihbaratı tarafından yakalanmıştır.

Sonuç

        Uluslararası örgütlerin nihai amacı güç kullanımını sınırlandırmaktır. Uluslararası örgütler kurucu antlaşmalarında etki alanlarını ve nasıl etki edeceklerini açıkça belirtir. Bu çerçevede kurulan BM’nin temel kuruluş ilkesi olan barışın ve güvenliğin korunmasında yapısal olarak eksikliği vardır. Eksiklikle beraber uluslararası ilişkilerde ciddi uyuşmazlıklar ortaya çıkar. BM Kurucu Antlaşmasının eksikliğinden çıkan bu uyuşmazlıkları taraf devletler kolayca kendi lehlerinde yorumlar ve eleştirir. Eleştirilerin yoğunluğuyla sistemde hakim olan güvensizlik ortamı iyice ilerler.

         Uluslararası suç olarak görülen soykırımın uluslararası toplumu ortak tehdit edip etmediği düşüncesi 1948 Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Sorumluların Cezalandırılması Sözleşmesi ile son bulmuştur. Uluslararası suçlara müdahale BM eliyle ve BM’ye organik bağı olan Uluslararası Ceza Mahkemeleri (UCM) yargısıyla yapılmaktadır. Bu bağlamda uluslararası suç olarak soykırımın önlenmesi biraz daha vicdani değere bağlıdır ya da öyle olmalıdır. Devletler gerek egemenlik çıkarları gerek güvenlik stratejileri gerekse politik idealleri uğruna insan haklarına karşı işlenen bu suçlar karşısında bazen duraksarlar, müdahaleyi gerekli görmezler. Örneğin UCM’de yargılanan bir davayı bile BM, talebiyle 12 ay kadar erteleyebilir. Hatta bu erteleme süresi bittiğinde BM, talebiyle bir daha erteleyebilir.

        Uluslararası suç olarak soykırımın önlenmesine BM’nin ve taraf olan devletlerin bu tutumu suçu daha da şiddetlendirir. Ülkelerin gettolarında bile kolluk kuvvetlerini, yargılamayı ve adaleti geciktirirseniz suç oranı önemli ölçüde artar. Hal böyleyken uluslararası sistemdeki devletlerin en büyük olma isteği, nispi güç isteği uluslararası suçlarda geri dönülemeyecek kadar yıkıma sebep olur. 

         Soykırımın Bosna örneğinde de karşımıza çıktığı üzere, BM’nin müdahaleyi geciktirmesi ve yapısal eksiklikleri sebebiyle müdahale açıkları büyük bir insani lekeye neden olmuştur. Thomas Hobbes’un ‘’insan insanın kurdudur’’ düşüncesiyle realist hareket eden devletler uluslararası suçların önlenmesinde çoğunlukla engel teşkil eder. Sisteme hakim olan bu düşünsel zeminin çözülmesi imkansızdır. Bu imkansızlıkla birlikte uluslararası suçların çözümü bir paradoksa yol açar, çıkmaza sürükler. Sistemi yöneten bu soyut kurallar bütünü, uluslararası suçların tam anlamıyla ve zamanında çözümünü mümkün kılmaz. Herkes tarafından kabul edilen bu sistem, uluslararası suç olarak soykırımın önlenmesi açısından geçmişte, günümüzde ve kuvvetle muhtemel gelecekte çözülmeyecek bir sorundur.

          Devletlerin çıkar içgüdüsünü bir kenara bırakıp soykırımda daha yapıcı olmaları gereklidir. İnsan haklarını zedeleyen bu tip durumlar karşısında birleşmeli ve müdahaleyi geciktirmemeliler. Bunun çözümü de kuşkusuz uluslararası antlaşmalarla karara bağlamadan geçer. Uluslararası hukukun en önemli özelliklerinden ikisi öngörülebilirlik ve meşruiyettir. Devletler uluslar üstünde antlaşmalarla bu tip krizleri, çatışmaları ve uyuşmazlıkları öngörülebilir hale getirmelilerdir. Ancak uluslararası örgütlerin kurucu antlaşmalarındaki açıklıklar sorunları meşrulaştırabilir. Dikkat edilmesi gerekilen konu tam olarak budur. Sorunları ve çözümlerini öngörülebilir hale getiren antlaşmaların örneği uluslararası ilişkilerde çokça vardır. Bu antlaşmaların açıklarını kullanarak meşrulaştırma çabalarıyla hedeflerini güvenlikleştiren kimseler sorunları inşa edenlerdir. Uluslararası suçların ve soykırımın çözümlenmesine devletlerin çıkar meşrulaştırma çalışmalarını sonlandırması bir zarurettir.


[1] Barış Özdal ve R. Kutay Karaca, ‘’Diplomasi Tarihi I’’, Bursa, Dora Yayınevi, 2018, s.104

[2] .Erdem İzzet Külçür, ‘’ULUSLARARASI SUÇLAR, SINIRAŞAN SUÇLAR VE  YABANCILIK UNSURU KAVRAMLARINA DAR VE GENİŞ  ANLAMDA BİR BAKIŞ’’,Suç ve Ceza Ceza Hukuku Dergisi, Sayı 1-2, Ağustos 2017, s.14

[3] .İbid, s.12

[4] Erdem Denk, ‘’Birleşmiş Milletler Sistemi’’, Ankara, Siyasal Kitabevi Yayını, 2015, s.127

[5] Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanlığı, http://www.mfa.gov.tr/birlesmis-milletler-teskilati-ve-turkiye.tr.mfa

[6] Denk, op.cit., s.228

[7] Sercan Reçber, ’’İnsancıl Müdahale ve Koruma Sorumluluğu’’, https://www.academia.edu/38441203/%C4%B0nsanc%C4%B1l_M%C3%BCdahale_ve_Koruma_Sorumlulu%C4%9Fu.docx, (ET: 08/06/2019), s.4

[8] Denk, op.cit., s.253

[9] Reçber, op.cit., s.10

[10] Denk, op.cit., s.261

[11] https://www.wikizero.com/tr/Soyk%C4%B1r%C4%B1m (ET: 09/062019)

[12] Kamuran Reçber, ‘’Uluslararası Hukuk’’, Bursa, Dora Yayınevi, 2018, s.273

[13] İbid, s.275

[14] Serhat Sinan Kocaoğlu, ‘’Suçların Suçu Soykırım’’, https://www.academia.edu/1204357/Su%C3%A7lar%C4%B1n_Su%C3%A7u_Soyk%C4%B1r%C4%B1m, s. 153, (ET:10/06/2019)

[15] İbid, s. 154

[16] Ozan Değer, “Soykırım Suçu ve Devletin Sorumluluğu: Uluslararası Adalet Divanı’nın Bosna-Hersek v. Sırbistan-Karadağ Kararı”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 6, Sayı 22 (Yaz 2009), s. 70

[17] Ebru Çoban, “Uluslararası Hukukta Soykırım Suçu ve Suça Zemin Hazırlayan Toplumsal Yapılar: Ruanda Örneği”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 5, Sayı 17 (Bahar 2008), s. 49

[18] İrfan Kaya Ülger, ‘’Yugoslavya Neden Parçalandı’’, Kocaeli, Umuttepe Yayınları, 2016, s.125

[19] Tanıl Bora, ‘’Milliyetçiliğin Provokasyonu Yugoslavya’’, İstanbul, İletişim Yayıncılık, 2018, ss.152-155

[20] Ülger, op.cit., ss. 139-140

[21] Nesrin Kenar, ‘’Bir Dönemin Perde Arkası Yugoslavya’’, Ankara, Palme Yayıncılık, 2005, s.168

[22] Ülger, op.cit., s. 148

[23] İbid, s. 150

[24] Kenar, op.cit., s. 300

[25] Ezgi Akülger, ‘’Srebrenitsa Katliamı’’, https://www.academia.edu/37024317/Srebrenitsa_Katliam%C4%B1, (ET:10/06/2019), s. 1

[26] Ülger, op.cit., s. 157

[27] Denk, op.cit., s. 307

[28] N. Aslı Şirin Öner, ‘’Dram Sonrası Bosna’’, İstanbul, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2013, ss. 70-72

[29] Akülger, op.cit., s. 2